Bir zamanlar, bize ezberletilen o söz vardı:
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Şimdi dönüp bakıyorum da…
Ne kaldı elimizde bu cümleden?
Ne mutlu?
Ne Türk?
Ne diyene?
Sabahları artık çocuklar and okumuyor.
Ama ben her sabah, sessiz bir ant içerek uyanıyorum:
Bir avuç umutsuzlukla…
Biraz kırgınlık, biraz yorgunlukla…
Günün ilk lokması değil, ilk düşüncesi düğümleniyor boğazımda.
Fırına gitmeden düşüyor önüme manşetler:
“Fiyatlara güncelleme geldi.”
Zam diyemez olduk.
Kulağımda eski bir ninninin ters yankısı gibi çınlıyor bu cümle:
“Ye, Türk’üm, ye!”
Ama nasıl?
Et rüyada…
Süt, sadece çocuk kitaplarında…
Gelecek, başka ülkelerin reklam filminde…
Gençler kapağı başka ülkelere atmanın hayalinde…
Bizse hâlâ aynı sofradayız.
Ama sofrada doyan yok.
Tok görünen çok.
Çünkü artık tokluk mideyle değil.
Gözle ölçülüyor.
Koltuğun yumuşaklığıyla, makamın yüksekliğiyle…
Yıllardır bekliyoruz.
Bir yol, bir umut, bir adalet…
Ama bizim durak taşrada.
Otobüs ya geç geliyor ya da hiç uğramıyor.
Gelse de şoför, hep ön koltuktakilerin selamını alıyor.
Biz arkada, ayakta…
Ayakta kalmaksa bize miras gibi kalmış.
Bizi en çok ne yaraladı biliyor musunuz?
Okuduk…
İnandık…
Çabaladık…
Yalnızca yaşamak istedik, insanca.
Ama ne zaman “Ben de buradayım” dedik,
Birileri çıkıp kafamızı bastırdı.
“Orada dur,” dediler.
“Senin sıran değil.”
Ve ben soruyorum:
Bu ülkede neden hep hırsızlar terfi eder oldu?
Neden dürüstler en çok boynu bükük olanlar?
Ekranlar kahramanlarla dolu.
Ama hepsi sanal.
Sosyal medyada umut dağıtıyorlar, ama halk hâlâ karanlıkta.
Belediyenin kaldıramadığı sadece yollar değil,
Kaldıramadığı bir halk var artık:
Yorgun, yılgın, yaralı…
Her taşın altından bir başka skandal çıkıyor.
Ama kimse elini taşın altına koymuyor.
Koyan da, kırık parmaklarıyla tutunmaya çalışıyor hayata.
Ben bu satırları öfkeyle yazmıyorum.
Sevgiyle yazıyorum.
Çünkü seviyorum bu toprağı.
Seviyorum yağmurla değil, terle sulanmış bu ülkeyi.
Seviyorum umutla dolu gençleri…
Seviyorum borcunu ödeyemese de hâlâ başını dik tutan anneleri…
Bir gün adalet gelir diye posta kutusuna bakan yaşlıları…
Ama artık anladım:
Sevmek yetmiyor.
O yüzden bir kez daha soruyorum:
Ye, Türk’üm, ye!
Ama neyle?
Borçla mı?
Boğazına kadar gelen faturalarla mı?
Dolu ama boş buzdolaplarıyla mı?
Seni sen yapan o güzel insanlar artık sofrada yokken,
Sadece milliyetçilikle mi doyacaksın?
Çünkü ben açım.
Vicdana açım.
Adalete, emeğe, saygıya, eşitliğe açım.
Ve bu açlık, karında değil sadece.
Bu açlık, ruhta…
Halil Baki Çelen
Migration Lawyer