"Enter"a basıp içeriğe geçin

Sessizliğin Ötesinde: Gireniz

Telgrafın tellerine kurşun sıkmalı mı gerçekten? Yoksa kelimelerle mi kanatmalı bu suskun coğrafyanın yüreğini? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bu toprakların her mevsime bir ağıt, her suya bir türkü, her yamaca bir hikâye sakladığıdır. Erdem Bayazıt’ın dizelerinden sızan kara haberler gibi, biz de bazen içimize işleyen acıların taşıyıcısı oluruz. Bazen bir türküde, bazen bir mektupta, bazen de dağ yamaçlarında yankılanan isyanın sessiz çığlığında.

Gireniz’in göğsüne yaslanan rüzgâr, bir annenin iç çekişini taşırken, Dalaman Çayı’nın sularına karışan her damla, Toroslar’ın eteğine düşen her yaprak, bir vakit toprağa karışan ve unutulmaya yüz tutmuş hatıraları fısıldar. Bir köy kahvesinin sessizliğinde yankılanan eski bir türkü, bir çobanın Bozdağlar’da ıslığına düşen eski bir ezgi… Hepsi, vaktiyle burada yaşanmış, burada gömülmüş ve yine bu topraklarda kök salmış hikâyelerin izidir.

Bahar, asfalt sokaklarda oynayan çocuklara değil, çıplak ayakla toprağa basan, bayat ekmeği soğanla paylaşan ırgat çocuklarına gelir önce. Onlar bilirler ilk cemrenin düştüğü yeri, buğday başaklarının ilk uyanışını, tütün tarlalarında umutla filizlenen sabrı. Yayla yollarında yankılanan türkülerin de tanığıdırlar, bir aşkın yarım kalmış hüznünün de. Güz gelir sonra; göç yollarında unutulmuş, yarım bırakılmış sevdalar gibi. Bir çoban ateşinin başında dinlenen hikâyeler, bir yörük çadırının göğsünde yankılanan ninniler gibi eksik, ama hep derin.

Kadınları vardır Gireniz’in; saçlarını rüzgârla savurup, gözlerini uzaklara dalarak bekleyen. Bir limanın sahilde özlemle beklediği gemi gibi beklerler sevdiklerini. Çamaşır asarken rüzgâra karışır duaları, tütün dizerken ellerine siner sabır. Göğüsleri bereket, yürekleri dağ gibi. Yaslandın mı çınar olur, sarıldın mı umut gibi yeşerirler. Bütün bu yorgunlukların, bütün bu bekleyişlerin arasında bile sevdayı büyütmeyi bilirler.

Bozdağ’ın eteklerinde her gece bir ateş yanar. Yalnızca karanlığı delmek için değil, geçmişin izlerini, bugünün hikâyelerini aydınlatmak için de yanar o ateş. Çobanın kavalında yankılanan ezgiler, köy kahvelerinde anlatılan masallara karışır. Derelerin sularında yıkanan yıldızlar, geceyi bile bu vadide başka bir renge boyar. Kim bilir, belki de geçmişten kalan bir aşkın, unutulmuş bir hayalin rengidir bu.

Öyleyse ne yapmalı? Belki de suskunluğun koynunda ezilenleri anlatmalı, unutulan köylerin, terk edilmiş yolların sesini yükseltmeli. Kelimeler, yalnızca harflerden ibaret olmamalı; Gireniz’in kayalıklarında yankılanan bir çığlık, Bozdağ’ın zirvesinden ovaya inen bir çağlayan gibi olmalı. Çünkü bazen bir dize, bir halkın kaderini değiştiren bir mermi kadar güçlüdür.

Ama en sonunda, öfkenin, isyanın ve çığlığın üzerine sevda sözleri serpiştirmeli. Çünkü sevda, vatan demektir. Çünkü sevda, insanın kendi toprağını, kendi insanını, kendi hikâyesini bağrına basmasıdır. Ve bazen en derin hikâyeler, kelimelerle değil, sessizlikle büyür. Bazen bir isim, fısıltılar arasında bile yankılanır. Bazen bir umut, rüzgârın getirdiği en küçük esintiyle bile çoğalır.

Ve belki de bu yüzden, bazı hikâyeler anlatılmaz. Sadece yaşanır.


Halil Baki Çelen
Migration Lawyer